Sunday, March 21, 2010
1-
Bir süre önce ortaklaşa açtığımız sergide fiyat listesini karıştıran bir izleyici sanat ve para ilişkisi üzerine ne düşündüğümü sormuştu. Soru tuzaklı bir soruydu aslında, ama her iki durumda da benim cevabım değişmeyeceği için ben rahattım. Önce yapmakta olduğum işi yapmadan duramıyordum, üstelik bırakmayı denemişliğim de vardı. Bu açıdan düşündüğümde bir kaynak bolluğundan bahsedebilirdik, uzun lafın kısası bence de bu sanat dediğimiz şey bedava olmalıydı. Gerçeklerden bahsedersek para veren pek kimse de yok yani bize, doğrusu bana. O sergide satılan iki işten birinin sahibi olarak açıkcası aldığım paranın çok kısa sürede bittiğini söylemeliyim. Ama dediğim gibi gerçeklere dönersek bedava olması muhtemel bir şeye birinin para vermesi benim için yeterince şaşırtıcı bu durumda sanırım halime şükretmeliyim. Neyse soru sorulduğunda henüz hiç bir şey satılmamıştı o yüzden dinleyen herkesi göz yaşları içersinde bırakacak uzun bir konuşma yapıp ordan uzaklaştım. Ve merak edenler için söyleyeyim satın alanla soruyu soran aynı kimseler değil, hem zaten bu tür soruları parayla ilgili sorunlarını çözememiş olanlar sorar.
2-
Sonra, epey zaman sonra, geçen gece benzer bir soru ile boğuşurken buldum kendimi, soru henüz okulu bitirmemiş ama ilk sergisini açmış genç bir ressam arkadaşımdan geliyordu, bu fiyat meselesi nasıl olacakta olacaktı? Yani aşağı yukarı böyle bir şey, soru içmekte olduğumuz ferahlatıcı içeceğin şişesini yeni açtığımız sırada ortaya çıkmıştı haliyle biz cevapla uğraşırken şişenin ikinci yarısını geçmiştik, o kadar ferahlamış bir zihinle başı sonu olan cümleler kurmak zaman alıyor. Şu örneği verdiğimi hatırlıyorum, Brecht, neden halk için bedava tiyatro oyunu oynamadığını şöyle açıklıyor: Kütüphanenizde duran ve okumadığınız kitaplar size hediye edilmiş olanlardır. Cümle içersinde alıntı yapmayı sevmem ama bazen çok işe yarıyor kabul edersinizki. Ama bu cevap pek işe yaramadı çünkü genç ressam arkadaşımın derdi zaten bu değilmiş. O resim yoluyla hızlı ve çok kazanmanın yolunu araştırdığı için eee dedi. Alıntı yapıp ilgiyi üzerinize çektikten sonra konuyu bir yere bağlamanız gerekir bende devam etmek zorunda kaldım. Önce spekülatif bir değerlendirme için erken olduğunu anlatmam gerekiyordu, kendisinin henüz hayatta olduğuna işaret ettim ve sonra da bu ilk sergisi olduğu için dünyanın kendisinden haberdar olmakta güçlük çekebileceğini söyledim o da kendisinden daha kötü ressamların tek seferde bütün resimleri sattıklarını anlattı, galerinin adını öğrenip not ettikten sonra konuya geri döndüm. En sonunda resimleri bedavadan biraz pahallıya kendi izleyici kitlesini oluşturacak şekilde satması konusunda şimdilik anlaştık. Zaten şişe bitmiş kimsede daha fazla ferahlayacak hal kalmamıştı.
3-
Bir süredir bu sanat para işlerine biraz fazla kafayı taktığım söylenebilir, bunda da son iki senedir ticari fotoğrafçılık yapıp (şöyle) sonra kendi istediğim gibi (şöyle) ve (şöyle) işler yapmayı giderek anlamsız bulmam etkili. Romantik bir istek gibi görünüyor biliyorum hem beni ben olduğum için sevecek hem de bana bunun için para verecek birilerini bulmam gerekiyor. Bu hayatta hiç başıma gelmemiş bir şey değil tabii ama artık annem emekli oldu ve laf arasında maaşının azlığından dem vuruyor, kız arkadaşımınsa şimdilik durumu benimkinden daha iyi sayılmaz onun durumunu düzeltmesini beklemekte pek akıllıca görünmüyor, ne demek istediğimi anladınız sanırım. Bu durumda çok düşünüp konuya temelli bir çare bulmak kesinlikle gerekli. Ayrıca ilk iki paragraftan anlayacağınız üzre bu konularda oturmuş görüşlerim olduğu da söylenemez. Birincisi benim yapmaktan kendimi alamadığım şeylerin para etmesi meselesine pek inanamıyorum. Laf aramızda bu kolleksiyoner, sponsor denen insanların birilerine para vermesi pek akıllı işide gözükmüyor ama henüz binemediği dal hakkında konuşan birisini umarım kimse ciddiye almaz. İkincisi Brecht bu boru değil bi laf ettiyse kesin bir sebebi vardır yani bedavada olmaz. Benim durumuma geri dönersek başta söylediğim gibi kendi marifetlerimle kazandığım az parayla bu sanat işlerini yapmaya çalışmak sonra kendi sanat işlerinin istifçisi olmak, tuvaletle suç ve cezanın iki cildini birden bitirecek kadar sıkıntılı bir ilişki kurmak gibi geliyor. Çünkü kendi kendinize kurduğunuz bu ilişki sizi ister istemez kendi ürünlerinize daha fazla yatırım yapmaya itiyor, bu alış verişte önce milyon dolar eden bir şey sonra beş kuruş etmeyebiliyor falan filan. Sonuç olarak ben son iki senedir giderek daha az ticari iş yapmaya çalışarak galiba daha çok kendime zaman ayırdım eee diyeceksiniz eeesi param artık iyice az ve içimden bir ses aynaya her bakışımda -bu kafanın iki yanındaki yuvarlak çıkıntılardan biri fazla diyor.
Sunday, February 21, 2010
Fotoğraf, her zaman dönemin teknolojisi ile yeniden tanımlanan bir alan. Başlangıcı ister Cemara Obscura'nın icadına koyun ister ışığa duyarlı malzemelerin kullanılmaya başlamasına.
Fotoğraf, son 150 yıldır neredeyse periyodik olarak 20 yılda bir anlatım olanaklarını ciddi olarak değiştiren gelişmelere konu olmuş. Soruyu şöyle de sorabiliriz sanırım: bir tek kare görüntüyü oluşturmak için kaç farklı teknolojiyi bir arada kullanıyoruz ve bu geçmişte nasıldı? Bu soruya vereceğimiz cevaplar aslında fotoğraf ve sayısal teknoloji ilişkisini bize özetliyor; fotoğraf, melez bir alan.
Bu, üretiminden tüketilmesine kadar bütün süreçleri içersine alacak şekilde böyle. Yazılı ve basılabilen kültür ürünlerinin hemen tamamını artık kağıt kullanmadan tüketmeye başladığımız son yirmiyılda, görüntünün üretiminin analog, kimyasal teknolojilere bağlı kalmasını beklemek en azından fotoğraf açısından haksızlık olurdu. Fotoğraf ve teknoloji arasındaki bu koşutluk ister istemez bu ilişkinin konunun tamamının algısını belirleyen bir yanılmaya yol açıyor, 'fotoğrafın dili teknolojiktir' şeklinde ifadesini bulan genel ve yanlış okuma, buna bağlı olarak analog mu, sayısal mı yanılgısı.
Bugün hangi teknolojiyi kullanırsanız kullanın ister cam negatiflerinizi elle üretip yine el yapımı kağıtlara gaz lambası ışığıyla baskı yapın, bu işlemi bugün yaptığınız için ortaya çıkaracağınız iş 'çağdaş' olacaktır yani işiniz hangi teknolojiyi kullanmayı tercih ettiğinize göre isimlendirilmeyecektir; kullandığınız teknik ikinci hatta belki sonuncu sırada bir kataloglama bilgisi, not edilecek bir detay olarak kalacaktır. Asıl soru o işin çağdaşları içersinde kendine yer bulup bulamayacağıdır.
Buradan konuyu Anneanneme bağlayacağım, Zeynep Hanım bugünlerde 90'lı yaşlarını sürüyor ve 50'li yaşlarını bitirirken kendisine ev işlerinde yardımcı olması için iki tane makine alındı bir otomatik çamaşır makinesi ve bir bulaşık makinesi. Bundan sonraki yirmi yılı Zeynep Hanım'ın makinelerle savaşı olarak özetleyebileceğim düşük yoğunluklu ama kesinlikle çok şiddetli bir dönem olarak yaşadık ailece. Sonuç, neredeyse hiç kullanılmadan bulunduğu yerde çürüyen bulaşık makinesi bu savaşın bariz mağlubu oldu, ilk iki yılı mevzii kayıplar vererek geçirse de çamaşır makinesi, rasyonel aklın zaferini aldığı yaralara rağmen gururla taşıdı emekli olana dek. Zeynep Hanım artık çok yaşlı ev işleri ile ilgili savaşlara cephe gerisinden danışmanlık yapıyor ve bizler onun tercihlerini sorgulamıyoruz. Anneannem, Zeynep Hanım'ı, doğru anlamazsak eğer onu yaşlı, huysuz birisi sanabiliriz ama ben size zaman içersinde edindiği tek özelliğin yaşlılık olduğunu söyleyebilirim; kalan kısmı zaten vardı.
Bu konuyu fotoğrafa bağlarsak elbette nasıl ve hangi araçlarla öğrenmeye başladığımız temel paradigmamızı belirliyor denebilir. Değişim konusunu çerçeveyi çok genişletmek pahasına merkeze almak sanırım bu yüzden. Analog ismi ile gren, sayısal ismi ile piksel temel olarak aynı işi yapıyorlar gibi görünüyor. Benim de içersine dahil olduğum kuşaksa temelde değişen bir şey yokmuş gibi görünse de niteliksel bir değişimin yaşanmakta olduğunu hissediyor, biliyor. Burada sorun değişimin daha çok bizlerin üzerinde yaşanıyor olması çünkü analog zamanlarda öğrenmeye başladık artık sayısal araçlarla çalışsak da hala evimiz yuvamız analog. Tersini söylesek de terk etmek istemeyeceğimiz kısımlar olacaktır rasyonel akıl ne derse desin.
Not: Bu Yazı digital ve fotoğraf başlığı altın sorulmuş bir öbek soruya cevap olarak yazıldı, yazı içersindeki fotoğrafları yaklaşık 1 sene önce 'kargo sistem' firması için tasarlamış ve çekmiştim Canon 5D digital camera ile.
Tuesday, September 09, 2008
-I-
1999 Adapazarı depremini izleyen hafta içerisinde oradaydım. Benimle birlikte iki kişi daha, ikisi de fotoğrafçı, toplam üç fotoğrafçı ediyor. Karışık hisler içinde çocukluğumun bir kısmını geçirdiğim şehri seyrediyordum. Yazdı, çok sıcaktı, şehir bitikti. Ben, güneşin altında, bakıyordum sadece. O gün sadece 20 kare çekmişim, kalan filmlerimi arkadaşlarıma verdim, zaten çekemiyordum. Daha sonra o 20 karede hiç insan yüzü olmadığını fark ettim, bir büyük felaketi insan yüzlerine taşıtmak istemediğimi her şey olup bittikten sonra anladım. Bu anlamda bir ikon üreticisi degildim.
-II-
Çağdaş anlamda fotoğrafın ikon üreticiliğini ve ikon kırıcılığını aynı anda üstlenmiş olması beni ilgilendiren kısmı. Günümüzde bütün medyalarda fotoğraf üretimini, birbirini kırarak yükselen dalgalara benzetiyorum. Güncel sanat içersinde ise kavramsal perspektifi, geçmişin ikonlarının üstlendiği tinsel anlamla birleştirmeye çalıştığım söylenebilir.
-III-
Neden ya da nasıl fotoğraf çekme kararı verdiğimi anlamaya çalışırım. Çünkü, fotoğraf fark üretir. Fotoğraf çekme davranışımızı tetikleyen temel davranış, verili durumumuzla, fotoğrafını çekmek üzere yöneldiğimiz obje arasındaki farkın üzerine kuruludur. Çekilen fotoğraf, bakiyeyi verir. Bağlı olduğum toplumun değer yargıları ve benim öznel yanlışlarım bu farkla birliktedir ve çoğu zaman nesnel olduğunu düşünme yanılgısı buradan doğar. Genel beğeniye hitap eden üretimler, bu nedenle ürkütücü bir bütünsellik, denklemin iki tarafında rahatsız edici bir eşitlik hissi uyandırır bende. Ve günümüzde bu eşitlik neredeyse günübirliktir. Fotoğraf ve ona bağlı ideolojik perspektif göze gürülmez olur bu noktada. İşte bu etno/egosantrik farkı ve ona bağlı perspektifleri görmeye çalışıyorum işlerimde.
-IV-
Tek merkezli perspektifin Batıda ortaya çıkmasını, aynı zamanda bir düşünme ve soyutlama biçimine yönelme olarak ele alırsak Doğu bunun izler çevresi olacaktır. Bu tarz bir düşünme pratiği, tek merkezli perspektifle gelen hiyerarşik etnosantrisizme bir eleştiri olanağını hem makro hemde mikro düzeyde verebilir. Nesnellik iddiası, tam da bu noktada tek merkezli perspektifin odak noktasını ya da kaçış çizgisini oluşturur. “Batılı bir araç ya da medya olarak tek merkezli perspektif ve onun mekanik üreticisi kamera, bu eleştiri için kullanılabilir mi?” sorusu bulunduğum coğrafyaya göre bir Doğulu olarak, elimdeki araca sıklıkla sorduğum bir sorudur. Burada kastettiğim eleştiri, Batının ya da onun düşüncesinin eleştirisi değil tabii ki. Kamera ve onun sunduğu olanaklar bütününü tek bir medya olarak ele alırsak, düşünme pratiği ve nesnellik iddaası olarak fotoğraf, eleştiri fikrimin temelini oluşturuyor. Bütün bunları kamera yani tek merkezli perspektif aracını kullanarak yapmaksa benim işlerimin tezini oluşturuyor diyebilirim.
-V-
Şimdi adını hatırlayamadığım bir fransız film yönetmeni; “camera, mikroskopla teleskop arasında kalmış işlevsiz bir araçtır” demiş bu çok gülerek katıldığım fikir; kameramı her elime alışımda dünyaya ve diğer insanlara burdan bu aletin deliğinden bakmaya çalışmanın saçmalığını bana hatırlatır. Sonuç olarak insanların, dünyayı ve diğer insanları benim gördüğüm gibi görmelerini sağlamak için fotoğraftan daha fazlasına ihtiyacım olduğunun farkındayım, şimdilik elimde sadece bu var.
29/05/2008
Tuesday, February 06, 2007
Özgürlük, onu anlamaya çalıştığım zamanlarda çok zor gelmişti bana.
Birçok şekilde olabiliyordu, ama aynı zamanda imkânsızdı da. En kolay tersinden açıklanabiliyor ancak bu bile yetersiz kalıyordu.
Yani özgürlüğün olmadığı halleri ve durumları tarif etmek özgürlüğü tarif etmekten görece daha kolay, daha kestirme olabiliyordu.
Hani ortaokul yıllarında “özgürlük nedir?” sorusu karşısında zorlayıp, zorlayıp ortaya tekerlediğimiz “bir başkasının hak ve özgürlüklerinin başladığı yere kadardır,” manzum cümlesinin aslında totoloji olduğunu çok sonra fark edecektim.
Tabii bir de “nedir?” sorusunun aslında soru olmadığını...
Özgürlük nasıldır? Nasıl özgür olunur ya da özgürlük nasıl ortadan kalkar? Asıl sorunun bu olduğunu keşfettikten sonra, özgürlüğün, pratik ve siyasal bir şey olduğunu anlamam zaman aldı. Tabi bütün bunlar yıllar önce, ben kendimi kurarken oldu.
Orta çağda Batılı derebeylerinin keşfettiği bir özgürlük şekli var: ‘Kuş özgürlüğü’.
Hizmetinden memnun olmadıkları ya da artık bakmak istemedikleri serflerine uyguluyorlar.
Kölesine “kuşlar kadar özgürsün,” derse bey, bunun bir kuş kadar kolay vurulabilirsin, seni vuran kimsenin malına zarar vermiş olmayacak, bir hukuk sorunu doğmayacak” demek. Ortaçağ siyasetinin özgürlük anlayışının bir kısmı bu, kalan kısmı malumunuz .
Ne yazmıştı son yazısında Hırant Dink? Okumaktan helâk olduk ama tekrar olsun ‘Güvercin Tedirginliği’.
Hrant Dink’in yukarıdaki analojiyi bildiğinden artık eminim. Yazısı adres vermeden aynı sahipsizliği ve tedirginliği açıklıyor. Sadece “benimkisi kuş özgürlüğü millet, dilediğim gibi öterim ama dileyen de sesime gelir beni vurabilir” mi demesi gerekiyordu?
Bu ne kadar onur kırıcı bir yalnızlıktır ve acaba ona koruma vermeyen devlet mi sorumludur bu işten?
Hayır hiç birimiz Hırant Dink değiliz; 301’den yargılanırken suratına tükürmeye gelen insan şeklinde köpeklerin önünde bizler durmadık.
Hayır hiç birimiz Hırant Dink değiliz; mahkûm olduğunda “yok canım bize değildir.” dedik.
Hayır hiç birimiz Hırant Dink değiliz; o yalnızdı, kimsenin mülkü değildi, kuşlar kadar savunmasızdı ve bunu biliyordu.
Hayır hiç birimiz Hırant Dink değiliz; o bir taneydi ve koruyamadık, öldürüldü.
Hayır hiç birimiz Hırant Dink olmadığımız gibi Ermeni de değiliz, tıpkı Kürt de olmadığımız, tıpkı Musa Anter, tıpkı Uğur Mumcu ya da Metin Göktepe olamadığımız gibi.
Hayır hiç birimiz Hırant Dink değiliz; onun cesaretinin onda biri yok hiçbirimizde.
Şimdi sabuklayan siyasetçilerimize ve kameralar önünde riyakâr gülücüklerle “yok bu işin bir örgüt bağlantısı, çocuk zaten bu işi yapan,” diyenlere söyleyecek sözümüzde yok tabi. Ne diyebiliriz? Bizler de suçüstü yakalanmadık mı?
Şimdi kendi mülkümüz olmayan ama, dürüst ve doğru şeyler söyleyen kaç tane Hırant Dink kaldı ve sırada kim var?
Bu ülkede hepimiz her şeyi biliyoruz, sorun da zaten burada, bu iki yüzlülükle daha ne kadar yaşayabiliriz. Biz, biz dediğimizde ne anlıyoruz?
Friday, October 13, 2006
Thursday, October 05, 2006
I
Bir ara edebiyat dergilerinden birinde yazarlar arası bir tartışma sürüyordu. Söz konusu hararetli tartışma, yazmak için kullandığınız "araç" sorusuyla patlak vermişti ve kalem, kurşun kalem, özel kağıtlar üzerine mürekkepli kalem , eski model yazı makinesi ya da bilgisayar arasında tercihlerin çarpıştığı dehşetli bir savaş alanına dönmüştü dergi sayfaları. Birkaç serinkanlı insanın "ne fark eder" dediği ise o toz duman arasında duyulmamış, daha doğrusu kavganın şehveti her zamanki gibi galip gelmişti. Gerçekten ilhamın ne zaman ve ne şekilde geldiği kimin umurunda?
( ki aklına gelen parlak bir fikri not almak için kağıt peçetelere, hatta tuvalet kağıtlarına, adisyon arkalarına hangimiz not almadık ?)
II
Yapılan işi kullanılan enstrümandan ayırmak elbette her zaman mümkün değil. Ama enstrüman aslında hiçbir zaman tekil değildir; Keman sesi onu bütünleyen enstrümanlar manzumesinin bir parçası olduğu için bütün diğer seslerle birleşir ve kafamızda tek bir sese dönüşür. Keman diğer sesleri bilmeyen için sadece bir sestir işte.
III
Sayısal kamera, hayatımıza giren birçok sayısal araç gibi kendisi için öngörülen işlevi (başlangıçta biraz aksayarak da olsa!) yerine getirmeye başladı;
bütün sayısal araç gerecin sahip olduğu nerdeyse ontolojik bir bağlam sorunuyla birlikte tabii ki. Bu sorun sayısal olarak yapılan ve bilgisayar dediğimiz araçlara devrettiğimiz bütün işlerin ortak sorunu ve tedirginliği aslında. Biz onların varlığını kabul ettiğimiz sürece varlar ve devraldıkları analog gelenekten bağımsız bir tarihleri yok aslında. İşte bu durum hiç şüphe duymadan kabullendiğimiz kimi pratik işler dışında karşımıza çıktığında daha içsel bir güvensizliği de beraberinde getiriyorlar. Tabii bu güven sorununun daha kolay aşıldığı alanlar var, bunlar üretimin optimizasyonu çerçevesine daha yakınlar.
IV
Tam da bu noktada geleneğin içinden yetişenler, "yeni" karşısında daha da muhafazakarlaşıp, tutundukları noktanın küçülmesini dikkate almadan içlerine kapanabiliyorlar. Sayısal fotoğrafın ortaya çıkışı, yapılan işle enstruman ayrımını anlayamamış bir yerde daha da sorunlu olabiliyor. Keman örneğine burada geri dönersek, diğer sesleri bilmeyen için kemanın sesi diğerleri gibi bir sestir ve onu bir kompozisyonun içinde düşünmek için icra konusunu çözmüş olmamız gereklidir. İcra sorununu da çözdükten sonra daha büyük bir soru bekliyor bizi, peki ama ne çalacağız şimdi?
V
Sayısal araçların analog üretim araçlarının yerini alması, varsayımsal bir gerçekliğin tanımlı ve kabul edilmiş olmasına bağlı; burada elbette elma senin zihninde saçmalığını tekrar etmeye çalışmıyorum. Analog teknolojilerin oluşturduğu geleneğin bir similasyon üzerinde tekrarlanmasına gösterdiğimiz kabulden bahsediyorum. Bu kabul elbette işlevle ilgili çözümlere ikna olmamıza bağlı ikinci aşamada ise bu yeniden tanımladığımız "enstrumanın" icrası var; eee ne çalacaktık şimdi kısmı bizi başladığımız noktaya geri döndürüyor mu? Yoksa sahip olduğumuz birikim ve gelenek üzerinden mi devam edeceğiz? Sizce?